Tülay Çellek
  Mavi bir günaydın yolluyorum sabahına
Yüreğimin sıcaklığını da gününe...
 Sending a blue ‘bonjour’ to your morning,
And the warmth of my heart to your day…
 Tülay ÇELLEK


Ana Sayfa
Yazılar
Şiirler
Poems
Söyleşiler
Tül'den Yansımalar
Resimler
Art
Fotoğraflar
Photograph
Karikatür / Çizimler
Cartoon / Drawings
Tasarım
Design
Tipleme
Character
Barış
Peace
Gerze
Ders Notları
Lesson Notes
Özgeçmiş
Autobiography/cv
Belgeler
Duyurular
Değiniler
İletişim
Contact

Yayın Tarihi: 9.5.2003  

DİLİN SESİ FEYZA HEPÇİLİNGİRLER İLE SÖYLEŞİ<br>Sayfa 1


DİLİN SESİ FEYZA HEPÇİLİNGİRLER İLE SÖYLEŞİ
Sayfa 1



DİLİN SESİ FEYZA HEPÇİLİNGİRLER İLE SÖYLEŞİ
Sayfa 1

Öğle yemeklerini birlikte yediğim Feyza HEPÇİLİNGİRLER ile söyleşi yapmaya karar verdiğimizde ikimiz de mutlu olduk. Odamda birkaç kez buluşarak gerçekleştirdiğimiz bu söyleşiden zaman zaman iki eğitimcinin özellikle eğitim bağlamında eleştirel bakışlarını içeren uzun ama güzel olduğuna inandığım bu yazı çıktı. Eleştirinin, saptamaların, önerilerin yanında yaratıcılık konusunun da yer alması yazıyı kısaltmamı engelledi. Birlikte geziye çıkalım bakalım Feyza HEPÇİLİNGİRLER’in dünyasına...

TÇ - Kimlikten ve kişilikli olmaktan başlayalım mı?

FH - Biz kendimize ait pek az şeyin kıymetini biliyoruz. Her şeyin bir adabı, bir kültürü vardır. Birçok şeyimiz değiştiği gibi ne yazık ki yemek kültürümüz bile değişiyor.

TÇ - Uçlar var. Ya çok fazla Batıya öykünen, ya da çok fazla Doğuya öykünen uçlar. Niye salt Batı ya da Doğu? Ama her ikisinden de yararlanılabilir. Önemli olan kendi kimliğimiz, kendi kişiliğimizin ortaya konmasıdır bence. Onun savaşını vermek.

FH - Batıya bakarken, Doğuyu tümüyle ihmal etmişiz. Biliyorsunuz İran’a yeni gittim, geldim; yeniden gözden geçirme fırsatı buldum her şeyi. Yeni gözlemlerim var. İran, Irak, Arap ülkeleri, özetle Ortadoğu çok kültürlü bir yer.

TÇ - Çok şey de Doğudan gitmiş Batıya.

FH - Batıya bakarken doğuyu ihmal etmişiz hep. Daha öncesi var. Daha önceden Doğuya çok adapte olmuşuz, Rönesans’ı, reformu kaçırmışız. Batıyla hiç ilgilenmemişiz.

TÇ - Ama Batı doğunun bulduğu birçok şeyin üstüne felsefesini koyarak ve geliştirerek sahiplenmiş, Batı yapmış. Biz bulmuşuz ve bırakmışız.

FH - Tabii. Coğrafi konumumuz aslında çok da iyi. Kullanma şansımız vardı bu konumu. Biz bir tarafa dönünce öbür tarafa tamamen kapatmışız gözlerimizi. ABD, Kızılderili kültürünü yok ettiği gibi şimdi de Irak’taki kültürel mirası yok ediyor. Sonra o kültüre sahip çıkıyormuş gibi yapacak ve sözde korumaya çalışacak onu. Avrupa işgal ettiği topraklara kendi kültürünü taşıyor. İngilizler 5 çayını Hindistan’a götürüyor. Nitelikli bir şekilde gelişmelerini engellemek için “üstün kültür” olarak kendi kültürlerini dayatıyorlar. İngilizce bilmek her şeyin önünde ve üstünde kabul ediliyor. Oysa insan önce yaptığı işi ayrıntılı olarak bilmeli, kendi konusunda uzmanlaşmalı. İngilizce bilgisi ancak yurtdışına açılmak için gerekir. Bir yerde yönetici olmak, bir yerde ders vermek için hele hele Türk çocuklarına onların bilgileneceği dersi bir Türk öğretmeni olarak verirken İngilizce anlatmak dünyanın en komik şeyidir. Ayrıca İngilizce’nin bir terfi nedeni olması komiktir. Devlet dairelerinde tapuda, icrada, kadastroda İngilizce bilen elaman terfi ediyor. Tapuda, kadastroda İngilizce bilgisi gerekli değildir. Ayrıca salt İngilizce değil, Rusça da öğrenilmeli, Japonca, diğer diller de öğrenilmeli. Irak savaşı sırasında Arapça yayın yapan TV’lere bağlanıyor. Biz yakın komşumuz Irak’ın dilini bilen eleman yetiştirmediğimiz için CNN’den İngilizce’sini dinliyoruz ve Türkçe’ye çeviriyoruz. Hani şu doğaçlama çeviri yapılırken. Arapça’dan yapamıyorlar. TRT’de bu böyle. İnsanın tüyleri diken diken oluyor. Yani İngilizce bilmek dünyanın her şeyini bilmek gibi. İngilizce biliyorsanız mimarlık biliyorsunuz, resimden anlıyorsunuz. Her şey, dünyada ne kadar bilim varsa sanki bunlar İngilizce anlatıldığında insanların beyninde ayrı bir pencere açılıyor. İngilizce bilgisiyle doluyor. Birden dünyanın en bilgili, en kültürlü insanı oluyorsunuz. Böyle bir şey olmaz. Bütün bilgiler kavramayla, anlamayla ilgilidir. Kavradığınız şeyi sonuna kadar belirleyebilir ve onun devamı niteliğinde bir şeyler yapabilirsiniz. Ama İngilizce eğitim bizi, zaten eski huyumuz olan ezberciliğe büsbütün sapladığı için artık oradan nasıl kurtuluruz bilemiyorum.

TÇ - Türkiye’de yaşananlardan biri de şu; örneğin, alanında araştırma yapıyor karşılığında da yrd. doç., doç., prof. oluyor. A ya da B alanı. Bunu biraz İngilizce olayıyla paralel tutuyorum. Bu titrleri alanlar aynı şekilde, eşit anlamda başarılı yönetici, başarılı bir eğitimci olacak zannediliyor. Halbuki o ayrı, diğeri ayrıdır. Bakıyorum başarılı bir şekilde yrd. doç., doç. olmuş ama başarılı bir eğitimci, başarılı bir idareci olamamış. Etiketle, yabancı dille, başka şeyler ciddi şekilde karıştırılıyor. Dolayısıyla başarısızlık beraberinde geliyor. Yabancı dil biliyor; ama çoklu zekadan haberi yok. Ancak alt yapısı iyi olan birine yabancı dil yararlı olabilir. Bu bağlamda da gereklidir.

FH - Evet beraberinde geliyor. Yaptığımız işin gaflet, delalet ve hatta hıyanet olduğunu anlamamız için, nereye kadar gelmeliyiz, daha ne kadar batağa saplanmalıyız ki yanlış yaptığımızı anlayabilelim.

TÇ - Siz de ben de MEB’de çalıştık; aynı şey orada başka bir boyutta karşımıza çıkıyor diye düşünüyorum. Orada da çocukların saçlarıyla, etek uzunluğu ile, giydiği kıyafetin rengiyle uğraşılır ama o çocuk ne kadar yaratıcıdır, ne yapması gerekir, araştırmacı mı, kitap okuyor mu, onlar arkadan gelir. Aşağı yukarı aynı şey yabancı dil ve doçentlik vs. gibi konularda da geçerli. O biçimsellik burada da kendini böyle gösteriyor ne yazık ki.

FH - Evet böyle çıkıyor ortaya. Doğru, Milli Eğitim okullarında da saçla, biçimle uğraşılıp takılıp kalınıyor onlara. Nöbetçi öğretmen, md. Yardımcısı, “eteğin kısa, saçında toka var,” diye hala uğraşır, durur kız öğrencilerle

TÇ - Ama sorulmaz değil mi? “Sen hangi kitabı, hangi yazarı okuyorsun?”

FH - Yani biz neredeyse, itaat edici kişi yetiştirmeye ayarlıyız. Mesleğini sonuna kadar bilen, iddialı olan birey, aklına yatmayan herhangi bir şey olduğunda “Neden?” diye sorar. “Neden?” diye sorulması bir üst yöneticinin hoşuna gitmez. Onlar nedenden hoşlanmazlar. Çünkü onlara “peki efendim.” denmeli.

TÇ - Bir de iltifatçılar gereklidir. Bana göre yöneticiler elemanlarını motive edeceklerine, tam tersi elemanlar yöneticilerini motive etmekle uğraşıyorlar. Ama bunun altında üretmek yok. Genellikle iltifatçılar yetersiz ve sorumsuzluk içinde olduklarından bu şekilde yer buluyorlar. Dolayısıyla da verim olmuyor. Halbuki öbür türlü verim artacak.

Tülay ÇELLEK








<< Geri Dön [Okunma: 2616 ]


[ Yukarı çık ]    



© Her hakkı saklıdır.