Tülay Çellek
  Mavi bir günaydın yolluyorum sabahına
Yüreğimin sıcaklığını da gününe...
 Sending a blue ‘bonjour’ to your morning,
And the warmth of my heart to your day…
 Tülay ÇELLEK


Ana Sayfa
Yazılar
Şiirler
Poems
Söyleşiler
Tül'den Yansımalar
Resimler
Art
Fotoğraflar
Photograph
Karikatür / Çizimler
Cartoon / Drawings
Tasarım
Design
Tipleme
Character
Barış
Peace
Gerze
Ders Notları
Lesson Notes
Özgeçmiş
Autobiography/cv
Belgeler
Duyurular
Değiniler
İletişim
Contact


Yayın Tarihi: 8.3.2017  

8 Mart’ın Yıldönümünde: Öğr. Gör. Bahri ESKİN

8 Mart’ın Yıldönümünde: Öğr. Gör. Bahri ESKİN



Üç kuşak Türk kadını Cumhuriyet kuşağı Anneannem, annem 1924 doğumlu İzmirli Hatice Handan ve en küçüğü 1949 doğumlu ablam. Yer Manisa üzüm bağlarında... Bahri ESKİN


8 Mart’ın Yıldönümünde: Toplumumuzda Kadına Yönelik Şiddet ve Çözüm, Kadının Toplumdaki Gerçek Yeri ve Mücadelesi, Günümüz Türkiye’sinde Kadınların Askerlik Yapmasının Önemi

Geçen yıl 3 Mart’ta yitirdiğimiz Cumhuriyet Annemiz Handan Türker Kalkay’ın (d.1924) aziz anısına…

Giriş
Hacı Bektaşi Veliye sordular:
Kadıncık Ana eşiniz mi?
Eşim değil eşitim!

Eline, diline, beline sahip ol(ahiyan-ı rûm)
İşine, aşına, eşine sahip ol(bacıyan-ı rûm)

Özgecan kızımızın ve pek çok kadınımızın vahşice katledilmesi hepimizi derinden etkiledi ve yeniden gündeme oturan kadına yönelik şiddet konusunda pek çok soruyu da peşinde getirdi. Toplumumuzda son yıllarda çok yönlü artan şiddet en çok kadına yönelik şiddet ile devasa boyutlara ulaştı. Ülke kadın toplum önderlerinin anlatımıyla - teşbihte hata olmaz - adeta mezbahaya döndü. 8 Mart 1857 tarihinde New York’ta kadın tekstil işçilerinin başta “8 saatlik işgünü, eşit işe eşit ücret, oy hakkı” diyerek başlattıkları mücadelenin yıldönümü olan ve artık BM onayıyla Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanan 8 Mart 2015 Dünya Emekçi Kadınlar Gününün yıldönümünde ne yazık ki ülkede kadınlara yaşatılan tablo bırakın kadın olmayı insanlık adına utanç vericidir. Tevfik Fikret’in dediği gibi “Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer.” Yaşanan gerçeklik, sorumluluk duygusuna sahip herkesi göreve çağırmaktadır. Kadına yönelik şiddet tırmanmakta olup, kadın cinayetleri son yıllarda Adalet Bakanlığı verilerine göre yüzde 1400 oranında artmıştır. Her ay onlarca kadın öldürülmekte, yüzlerce binlercesi de yaralanmakta veya dayağa, ensest ilişkilere ve tacize maruz kalmaktadır. 2002 yılında 66 olan kadın cinayeti sayısı 2007 yılından itibaren binleri geçmiştir. Ülkede tüyler ürpertici kadın cinayetleri yaşanmaktadır. Kadınların yanı sıra kızlı erkekli çocuklar ve hayvanlar da şiddet görmekte ve tecavüze uğramaktadır. Peki kadınlar neden özellikle hedef tahtasındadır? Türkiye neden kendi kadınıyla adeta iç savaş yürüten bir ülke görünümündedir? Bu durum Devlet Eski Bakanımız Sayın Önay Alpago’nun dediği gibi artık bir cinskırıma dönüşmektedir. Kadınların gelinen noktada ciddi bir can güvenliği ve insan hakları sorunu vardır. Kadına yönelik şiddet, tek bir nedene dayalı olmayıp, bir çok nedenden kaynaklanmaktadır. Şiddetin ve aile içi şiddetin sözünü edeceğimiz siyasal boyutunun yanı sıra fiziksel, psikolojik, ekonomik, cinsel ve sosyal boyutları vardır. Kadına yönelik şiddet sorunu, çok boyutlu olarak ele alınması gereken bir sorun olmakla birlikte, sorunun çözümünde önceliklerin çok doğru belirlenmesi gerekmektedir. Ayrıca, kadın haklarının boyutunu aşan ve kadın erkek birlikte verilerek kazanılabilecek bir mücadeleyi gerektirmektedir.

Son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim: Ehemi mühimden ayıran en doğru çözüm stratejisi, öncelikle yasal(ceza artırımı, idam vb.), sosyal vd. değil siyasal çözümdür. Bu doğrultuda kadınların erkeklerle birlikte doğru örgütlenmelerle siyasal mücadelesinin önem ve önceliğinin başta kadınlar olmak üzere vatansever her kesimce doğru görülmesi ve anlaşılması gerekmektedir. Çünkü kadına yönelik şiddeti de diğer alanlardaki şiddeti de artıran emperyalizmin güdümündeki iç ve dış odakların yarattığı neoliberal sömürüye dayalı siyasetler ve bu siyasal iklimin sorumlularıdır. Bunun altını özellikle çiziyoruz. Nitekim Cumhuriyet Kadınları Derneği (CKD) Başkanı Sayın Canan Arıtman’ın da 1 Mart 2015 tarihinde İstanbul Kadıköy’deki Cumhuriyet Kadınlarının yürüyüşü sonrasında kürsüden söylediği ‘Bu iktidar kadın düşmanıdır.’sözleri bu gerçeğe işaret etmektedir.

Kadına Yönelik Artan Şiddete Karşı Çözümün Öncelikleri

Kadına yönelik şiddeti artıran ve en başta ele alınması gereken neden, iktidar erkinin zihniyeti ve kullandığı şiddet dilidir. Bu dil kanımızca bilinçli olarak kullanılmaktadır. Arkasında kendi yandaşları dışındakileri milletten saymayan düşünce, tutum ve davranışlar vardır. Emperyalizm destekli çağdışı “Dindar ve kindar nesil yetiştirme” arzusu ile buna eşlik eden dost-düşman, sapkın din ve para, güç merkezli paradigmaların çeşitli bozuk kişilik yapılarının, siyasete ve topluma çöreklenmesidir. Ülkeyi sözde yönetenler, sevgi yerine kinden söz etmektedir. Birlik dili yerine ayrıştırıcı dil kullanmaktadır. Hakaret dili, amiyane tabiriyle önüne gelene hemen her gün fırça atmak siyasetin dili olmuştur. Bu dil bilinçli, kasıtlı olarak kullanılarak toplum gerilmekte, ayrıştırılmakta, yaratılan ortamda da özgür (veya özgür olmayan kadınlar da) baskılanarak, toplum kadın üzerinden gericileştirilip, baskı rejimi uygulanmaya çalışılmaktadır. Olan bitenin özü budur. İç ve dış sömürü düzeninin devamı için din simsarlarının bulduğu “çare” budur. İkinci neden de ilkine bağlı olarak; bu anlayışın iktidarının küresel ortaklarıyla inşa ettiği (sözde muhalefet destekli) üretmeyen, tüketime AVM’ciliğe dayalı, kayıt dışı, mafyotik neoliberal ekonomik düzendir. Bir yandan yoksulluk, sefalet, açlık ve geleceksizlik artarken, öte yandan milyarder sayısının da arttığı bir düzendir ve bu düzene iktidar odaklarınca “adalet”(!) ve “kalkınma”(!) denmektedir. Doğal olarak, böylesi ekonomik yapının yarattığı bozuk gelir dağılımının vb. baskısıyla, toplumda zaten var olan erkek egemen anlayışın kadın sömürüsü ve buna dayalı yer yer kadını köleleştiren çeşitli baskı ve şiddeti artmaktadır. Nereden bakılırsa bakılsın çözüm önceliğinin siyasi olacağı açıktır. Diğer şiddet kaynaklarının engellenmesi bu iki neden ortadan kalkmadan olası değildir. Çünkü siyasi durum, kadın haklarındaki diğer gelişmelerin önünde set oluşturmaktadır. Uğraşılarda önceliğin diğerlerine verilmesinin ki böylesi gündem önceliklerine sıkça rastlanmaktadır, sonuçlar üzerinde bu iki engelin ortadan kaldırılması kadar etkili olması mümkün değildir.

İç Güvenlik Yasası ve Tevfik Fikret’in ünlü sözü “Kanun diye…

Kadına yönelik şiddet dışında, bu düzenin ürettiği terör, iş cinayetlerinden trafik cinayetlerine, okullardaki şiddete, demokratik haklarını (çevre vb.) koruyanlara yönelik orantısız güç kullanımlı polis şiddetine varan her türlü boyutuyla şiddet toplumumuzda yaşanmaktadır. Yetmiyor ve hukuk devleti dışı yeni yasalar, İç Güvenlik Yasası getirilmeye çalışılıyor. Ülkeyi bölmeye, anayasayı değiştirerek başkanlık rejimi ve ulus devleti yok ederek federatif ülke ( aslı bölünme parçalanma) yapmaya, yaratılan güvensizlik ortamına, terör ve şiddete, yönelik giderek artan haklı ve demokratik toplum tepkisi, böylesi yasalar ve polis devleti uygulamalarıyla sindirilmek istenmektedir. Yıllar önce Demokrasi ve Devrim şehidimiz Prof. Dr. Muammer Aksoy, 90’lı yıllarda sosyal devleti yıpratma gayreti içinde olanları uyarırken, ‘eğer sosyal devlet elimizden giderse hukuk devleti de gider’ diye yazmıştı. Kendisi sosyal devleti ve hukuk devletini ikiz kardeş olarak değerlendiriyordu. Hayat doğruladı. Ülkede bugün İç Güvenlik Yasası ile Tevfik Fikret’in deyişi ile “Kanun diye, kanun diye kanun tepelenmektedir.” Ancak bütün bunların 13 yılı aşkın, yıpranmış ve artık son dönemine girmiş bir iktidar için, uzatmaları oynamak dışında bir yararı olmayacağı da açıktır. ‘Karanlığın en koyu olduğu zaman aydınlığın en yakın olduğu zamandır’. Çare ve umut vardır. Ancak, önemli olan yalnızca yıkmak değil yıkılanın yerine doğruları koyabilmektir.

Kadına Yönelik Şiddet Konusunda Bazı Sorular

Gelinen noktada kadına yönelik şiddet konusunu değerlendirmeyi, akıllarda yer alan başka bazı sorularla da sürdürelim ve yanıtlarını arayalım:

Türk toplumunda kadının asıl yeri, olması gereken yer dünü ve bugünü olarak aslında nedir? Tarihimiz, törelerimiz gelenek ve göreneklerimiz gereği kadın gerçeği nasıl görülmektedir ve nasıl görülmelidir?

Kadın erkek eşitliğinin (feminizmin), bugün gelinen noktada taşıması gereken asıl anlam nedir? Bir başka anlatımla, kadının (ve erkeğin de) insan haklarının sağlanamadığı, can güvenliğinin tehlikede olduğu bir ülkede kadın haklarından nasıl söz edilmeli ve kadınların mücadelesinin önceliği ve hedefi ne olmalıdır?

Kadın, bizim toplumumuzda birilerinin anladığı gibi siyasal simge taşıtılarak iktidar yolunda araç olarak kullanılan ve iktidar olunca özgür kadın kimliği ile hor görülen, itiraf gibi bir cümle ile “kadın erkek eşitliğinin fıtratlarında olmadığı” belirtilen, adı olmayan ya da adı ‘aile’ yapılarak kimliksizleştirilen bir şey midir?

Toplumumuzda kadını cinsel bir obje olarak gören, çocuk-gelin adı altında sübyancılık yapan, ve yeni-cariyeliği getirmeye çalışan çarpık ve sapkın anlayışla öncelikle nasıl mücadele edilecektir?

Peki ya Atatürk Cumhuriyeti’nin kadına bakışı ve kadına ve topluma kazandırdığı değerler, ilkeler, anlayışlar, kazanımlar nelerdir? Cumhuriyeti kuran kadınlarımızın bu kazanımlarla ilişkileri nasıl olmuştur? Bu kazanımları korumak için neler yapılmalıdır?

Günümüz Türkiye’sinde kadının askerlik yapmasının anlamı nedir? Kurulacak bir ulusal nitelikli hükümet bu meseleyi neden öncelikleri arasına almalıdır? Vatan için askerlik meselesi kadınlar için bugün neden önemli olmalı ve gerek siyasiler ve gerekse kadın kuruluşlarınca tartışılarak neden bir istem haline getirilmelidir?

Sorular daha da çoğaltılabilir. Bu soruların yanıtları için kadın gerçeğimiz üzerinde tarihe yolculukla kısa bir ufuk turu yapalım.

Türk Töresinde ve Anadolu Uygarlıklarında Kadının Yeri

Han’lara eş, Hanımlar; Hakan’lara eş, Katan, Katun, Katın, Hatunlar…

Türk töresinde kadın, han (kan, gan) ın yanındaki hanım (kanım) kişidir (Moğollarda Han-Hatan). Cengiz Han’ın bir toplantı sırasında gelen eşini görünce saygıyla “İşte bu da benim Han’ım” dediği rivayet edilir. Kan “Hakan” yanında Katan, Katun, Katın “Hatun” vardır. “Orhun kitabelerinde devlet işlerini bilen katunlardan (hatun) söz edilir”. Çin ile ilk barış antlaşmasını Büyük Hun İmparatorluğu adına Mete Han’ın hatunu imzalamıştır. ‘Han’ım’ sözcüğü de görüldüğü gibi hep han’a eşlik eder. Han ya da Kan daha üst, dünya çapında, ka(ğ)an ise küçük hanlar için kullanılırdı. Kağan ve Hatun sözcüklerinin Avarlardan alındığı söylenmektedir. Begüm de Bey’in dişil hali olup, kadın yönetici, hanımağa, prenses gibi anlamlar taşımaktadır. Keza Tigin ve Tiginçe (Prens ve Prenses) vardır. Süyünbike, Emese, Türkan, Çeçek, Tomrus, İpar, Mama, Börte, Kösem gibi ünlü Hanımlar vardır.(Vikipedi) Türk töresinde güçlü, Burçak Anger’in kitabına başlık yaptığı anlatımıyla ‘erkek gibi kadınları’ üreten, bir kadın tarihi vardır. Efsanede Oğuz kabileleri insan olan Oğuz Han’ın, gök ve yerden gelen kutsal kızlarla evlenme yoluyla meydana gelmiştir. Derler ki: Oğuzlarda yedi kız beylik yapmıştır. Bunlardan biri, Altun-Közeki’dir. İkincisi, Karmış-Bay’ın kızı ve Mamış-Bek’in hanımı Barçın Salur idi. Üçüncüsü, Kayı-Bay’ın kızı Cavuldur Bala-Alp’ın hanımı, Şabatı idi. Dördüncüsü, Kondı-Bay’ın kızı ve Beyekan-Alp’ın hanımı Künin-Körkli idi. Beşincisi, Yumak-Bay’ın kızı, Karkın Konak-Alp’ın hanımı, adı yine Künin-Körkli olan hanım idi. Altıncısı, Alp-Arslan’ın kızı Kestan Kara Alp’ın hanımı, Kerçe-Buladı adlı hanım idi. Yedincisi, Kınık-Bay’ın kızı, Dudal-Bay’ın oğlu Kımaç’ın hanımı Kuğatlı idi.

Ziya Gökalp’in belirttiğine göre ‘Hakan ve Hatun buyurdu ki’ biçiminde birlikte imzalanan “emirnameler” vardır. “Eski Türk telakkisine göre, hakanla hatun gök ile yerin evlatlarıydı. Güneş Ana ile Ay Ata onların gök yüzündeki temsilcileri idi. Hakanın mümessili olan ay ata, gök yüzünün altıncı katında, hatunun mümessili olan gün ana ise daha üstte, gökyüzünün yedinci katında idi.” “Hakanlar bir çok işlerinde eşlerine danışmayı bir prensip haline getirmişlerdi. Uygur hükümdarı Böğü Han’a dünya hakimi olma düşüncesini bir kız telkin etmiş, Böğü Han bu kızın telkinleri üzerine sefere çıkarak dünya hakimi olmuştur.

Kız’ın Böğü Han’a telkini: “…İnsanların Değerini Bil!”

Böğü Han’ın kızla buluşmaları yedi sene, altı ay ve yirmi iki gün, her gece böyle devam etmiş ve ayrılacakları gün kız ona şöyle demiş: “Doğudan batıya kadar bütün dünya, senin buyruğun altında kalacaktır. İşlerini sıkı tut. Ve iyi çalış. Ayrıca, insanların da değerini bil!”

“Aynı şekilde Büyük Türk Hakanı Manas, Çin’e saldıracağı zaman, sefere çıkmadan eşi Kanıkey’in çadırına uğramış, eşinin kadınları da silahlandırarak savaşa hazırladığını görmüş ve bundan mutlu olmuştur. Ayrıca hanımının seferle ilgili düşüncelerini sorup onun isteği üzerine ordusunu bir gün daha bekletmiştir”. “Hatunlarına “körklüm (güzelim)” şeklinde hitap eden Türk destan kahramanları, eşlerine saygılı davranıyor, sevgi gösteriyor ve çoğu kez, kadınların tavsiyelerine göre hareket ediyorlardı”. “Eski Türklerde kadın tıpkı at ve demir(silah) gibi kahramanların daima yanındadır ve kahramanın kuvvet kaynağıdır”.

Bütün bunlar kadının alınan kararlarda ne kadar etkili olduğunu ve hakanların da kadına saygı duyduklarını göstermektedir. Şamanlardaki sihir gücünün de çoğunlukla kadına ait olduğu bilinmektedir. Dede Korkut Hikayelerinde at binen, kılıç kuşanan, güçlü şahsiyetli kadınlar vardır. Bamsı Beyrek öyküsünde Banu Çiçek bunlardan biridir. Yine önemli bir kadın Burla Hatun’un adı geçer.

Bunları uzun uzadıya yazma gereği duymamızın nedeni ise unutturulan, unutturulmaya çalışılan Türk tarihi yerine sürekli insanların televizyon vb. beyninin yıkandığı hurafeler ya da menkıbelerden ibaret sözde alternatif tarih anlayışının yerleştirilme çabasına dikkat çekmektir. Türk tarihi toplumda kadının gerçek yerini erkekle denk olarak göstermektedir. ‘Örtün, eve kapan ve evde çalış, böyle mutlu olursun’ diyen bir anlayış yoktur.

Azerbaycan’lı Ganira Pashiyeva gençlere şiddete karşı ne okumalarını önerdi?

Türkiye’yi yakın tarihte ziyaret eden Avrupa Parlamentosu Kadın Hakları Komisyonu Üyesi Azerbaycan Milletvekili Ganira Pashiyeva, Antalya’da Türk gençlerine seslenerek, şiddeti önlemede Dede Korkut Destanı’nı yeniden okumayı önermiş; Dede Korkut Destanı’ndan Gan Turalı Boyun söylediği “Benim öyle bir kızla evlenmem gerekir ki, düşmanın üzerine beraber gidecek biri olmalı” sözünü örnek vermiştir. Azeri kadın milletvekili haklıdır. Tarihinde hatta destanlarında kadınla denk olduğunu, olması gerektiğini öğrenen bir gencin, doğal olarak kadına bakışı ve şiddet konusundaki tutumu farklı olacaktır.

Görüldüğü gibi Türk töresi, hiçbir zaman Arabistan kumullarındaki gibi doğan çocuğu kız olursa “kötü yola” düşme ihtimali var gerekçesiyle toprağa gömen bir gelenek ve coğrafyanın kafa yapısına sahip değildir. Ünlü İbni Batuta, Şehnamesinde Kırım’ı anlatırken, “Burada tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türklerin kadınlarına gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi erkeklerinden daha üstündür” demiştir.

Oysa, komşu coğrafyada, Demokrasi ve Devrim şehidi Ahmet Taner Kışlalı’nın anlatımıyla, ‘Eski Arabistan’da kadın deveden bile değersizdir”; Eski İran dini Zerdüşlükte ‘kadın şeytanın simgesi’ olarak görülmektedir. Hammurabi yasalarında yer alan: “Kocasıyla tartışan kadının dişleri, yanmış tuğla ile kırılmalı”; “Erkek borcuna karşılık karısını ve çocuklarını rehin verebilir”; “Borç ödenmezse, bu kadın ve çocuklar, alacaklının kölesi olur” gibi uygulamalar o günkü kadına yönelik olan görüşü ve şiddeti gösteriyor. Mezopotamya’nın o günkü tüzesinde yaşanan bu sert tutum, oradan aynı sertlikle Arabistan yarımadasına geçmiş; Önce Tevrat’ın, sonra İncil’in ondan da Kur’an’ın oluşturduğu çağları etkilemiş ve Kur’an’ da kadına yönelik aynı sert ve dengesiz tutumu sürdürmüştür…” Cumhuriyet tarihimizin ilk kadın Sümerologu olan asırlık Muazzez İlmiye Çığ’ın Sümer tabletlerinden aktararak yazdığına göre, Sümer tapınaklarında kutsal görevleri Tanrıca İnana’nın ‘mabet fahişeleri’ denen kutsal görevli fahişe kadınlar yaparmış. Ve bu kadınların kendilerine tanınan ayrıcalık gereği başlarını örtme zorunluluğu varmış. (Sokak fahişelerinin örtünmesi ise yasaktır.) Örtünmenin ilk tarihçesi olduğu için bunlar bir yandan ironik öte yandan önemlidir. Bu biçim örtünme geleneği Hammurabi devrinde kaldırılmış. Asurlular zamanında (MÖ 1600 yılları) ise evli ve dul kadınların başlarını örtmeleri geleneği bir kanunla zorunlu kılınmış ve tam tersine sokak fahişelerinin, köle kadınların başlarını örtmelerine çok ağır yasak getirilmiş.

Yine Değerli Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın belirttiğine göre, giderek bu örtünme adeti bütün dinlere ve Anadolu’ya taşınmıştır. Eski Türk töresinde ise kadının yeri Mezopotamya geleneklerinden çok farklıdır.

Kavimler sürecinde Türk kadını ok atar, ata biner, savaşır ve kendisine danışılırdı. Yani göçebe-yarı göçebe bu kavimlerde daha eşitlikçi bir aile düzeninin olduğu göze çarpmaktadır. Tek eşlilik vardır. Çok eşli durumların yöneticilerde olduğu, ancak hoş karşılanmadığı görülmektedir. Kadınlı erkekli toplantılar yapıldığı, birlikte danslar edildiği, kımız içildiği, hatta kızların erkeklerle güreş tuttuğu bilinmektedir. Oğuz Kağan destanında ırza tecavüz edenlerin öldürüldüğü veya gözlerine mil çekildiği ifade edilmektedir. Bu töre ve geleneklerden bazıları özellikle Şaman ve Alevi- Bektaşi gelenekleriyle günümüze değin gelmiş ve halen yaşamaktadır. Alevilerde bugün Semah danslarında kadının erkeği semah oyunlarına kaldırdığı ve erkek kalkmazsa büyük saygısızlık olarak görüldüğü için itiraz hakkı olmadığı bilinmektedir. Alevi-Bektaşi kültüründe “Canlar birdir”, aslolan insandır ve kadın erkek ayırımı yapılmaz. Hacı Bektaşi Veli’nin “Kadınları okutunuz” dediği öne sürülür. Başka Türk inanç sistemlerinde de kadına saygı vardır.

Eski Türkün Ak’ları Bugünkülere Benzemiyor, Hep Erkekle Denk Dişi

Eski Türk geleneklerinde kurdun yanı sıra geyik de kutsal kabul edilirdi. Özellikle Ak-Geyik Göktürklerde kutsal kabul edilmektedir. Dişi bir Deniz Tanrısı ile sevişen Göktürk atası, askerlerinden birinin böyle bir geyiği vurması üzerine onu ve kabilesini ağır cezalandırmıştır. Yakutlarda da bütün her şeyi, dünyayı yaratan erkek Tanrı Ak-Yaratıcı (Ürüng-Ayığ-Toyon) ile Dişi Yaratıcı Ayığsıt vardı. Altay Türklerinin yaradılış efsanelerinde ise “Ak-Ene” yani Ak-Ana görülmektedir. “Tanrı Ülgen dünyayı yaratmağı düşünürken, su içinden birdenbire Ak-Ana görünüyor ve Ülgen’e akıl veriyor. Efsanenin metni, “Ak-Ana’nın buyruğu üzerine Tanrı böyle yaptı”. Demektedir. Bundan anlaşılıyor ki Ak-Ana, Tanrı Ülgen’e akıl verecek kadar akıllı ve bilgili idi. Ayrıca Tanrı Ülgen’in kızlarına da “Ak –kızlar” denirdi. “Aklık” özelliğini taşıyan başka Türk Deniz İlâheleri de vardı. “Ak” sözü Altay Türkçesinde cennet anlamına gelirdi. Cennette oturan tanrılarına da “Aktu” yani “Aklılar”, rengi ve ruhu ap ak olan derlerdi. Bunlar göğün üçüncü katında otururlardı… Başka Altay söylentilerine göre, “Enem Yayuçi” yani Anam –Yaratıcı göğün beşinci katında oturur ve insan ruhlarının tek hazinesi olan Süt-Ak-Göl’ün işlerine bakardı. Doğacak çocuklar için ruhu gönderen de o idi. Bunun için Altay Türkleri ona bir hükûmdarlık ünvanı da verirler ve Hanı-Anam Yaratıcı (Kan-Enem-Yayuçı) derlerdi.”

Kazakların Manas Destanı’nda yer alan eski bir atasözü vardır: “Birinci zenginlik sağlık, ikinci zenginlik ise kadındır” diye. Anlayan kaldı mı?

Türk törelerinde “Yuvayı dişi kuş yapar”. Evde yöneticidir. Yaşantının her alanında vardır. Türk töresinde kadının tarihi yalnızca Ortadoğu’nun karanlık dehlizlerinin tarihinden değil otacı vb. kadınları ‘cadı’ diye yakan batının karanlık tarihinden de çok farklıdır. Örneğin, “İngiltere’de XI. asra kadar kocalar karılarını satabilirdi. Hıristiyanlar ise; kadına şeytan gözüyle bakmışlardır. Yine İngiltere’de kadın “murdar” bir varlık sayıldığı için İncil’e el süremiyordu. Kadınlar İncil’i okuma hakkına Hanry devrinde (1509-1547) sahip olmuşlardır. Bugün hâlâ yaşatılan ve adına “töre cinayetleri” “namus cinayetleri” denilen ve “aile meclislerinde” alınan kararlarla yok edilen, intihar ettirilen genç kızlarımızın çilesinin bu törelerden gelmediği, doğuda tasfiye edilmeyen sözünü ettiğimiz o dehlizlerden kalan, feodal değer yargıları ve ilişkilerinin sonucu olarak yaşandığı açıktır. Demokrasi ve devrim şehidimiz Turan Dursun, yaşamının bir kesitini aktardığı Kulleteyn romanında bu geriliği bütün çıplaklığı ile ortaya koymuştur.

Anadolu Uygarlıkları ve Kadın

Türklerin Anadolu’ya yerleştikten sonra karıştıkları kavimlerde de bu konularda benzerlikler vardır. Hititlerde kadınların özellikle ticaret hayatında etkin oldukları görülmektedir. Örneğin, varlıkları tartışmalı da olsa Samsun Terme yöresinde yaşadığı söylenen (Heredot ve Homeros’un eserlerinde de yer alan) ünlü savaşçı kadınlar topluluğu Amazonlar (iyi ok atabilmek için sağ memelerini yaktıklarından “amadzos=memesiz” anlamında(?)) bu topraklardan çıkmıştır. “İskit dilinde onlara “Oiorpata”(erkek öldüren) deniyordu.” Halikarnas Balıkçısı’na göre ise savaşçı Hitit kadın kondayları (papazları) olmalıdırlar. Bazı tarihçilerce İzmir’in isminin de eski bir Amazon kraliçesi olan Smynra’dan geldiği söylenir. Keza Amazon Sinoppe, Sinop kentinin de kurucusudur. “… ünlü Antik Çağ hekimi Bergamalı Galenos Klaudios M.S. 2. yüzyılda şu saptamada bulunur: “Türkler’de, erkek gibi kadınlar da son derece cesur ve savaşçıdır, öylesine ki; kollarını güçlendirmek, iyi ata binmek ve ok atabilmek için sağ göğüslerini keserler. Diğerini kesmemelerinin nedeni, çocuklarını emzirebilmek ve büyütebilmek, böylece nüfus artışını ve kuşakların sürmesini sağlayabilme amacıdır.” Acaba Amazonlar da Türk kökenli miydi?


Anadolu toprakları çok eskilerde Kibele (Kybele) denilen “Büyük Ana” ya da “Ana Tanrıça”ya ibadet eden çeşitli kavimlerin yurdu olmuştur. Kırktan fazla kavim Kibele kültünü benimsemiş ve MÖ 7000’lerde Çatalhöyük ve Hacılar’da yapılan kazılarda bu ibadete ait bulgular bulunmuştur. Kubaba Mitolojide Gilgameş tanrıçasıdır ve geç Hitit döneminde Phrygialılar ondan Kybele adını verdikleri tanrıçalarını yarattılar. Sümerlerin tanrıçasının adı da İnana’dır. İslamiyette yer alan ve kutsal taş olarak kabul edilen “Hacer-ül Esved” kara taşının bu kült ile ilgisi olduğu, keza Kâbe ve Kıble sözcüklerinin de Kybele’den geldiği değişik araştırmacılarca ileri sürülmüş ve kabul edilmiştir. Bu taş ile ilgili Halikarnas Balıkçısı meteor taşı olabileceğini yazar ki büyük bir olasılıkla doğrudur. İslam inanışında ise bu taşın önceleri beyaz olduğu daha sonra muayyen günlerinde kadın eli değdiği için karardığı yazılmıştır.

Çeşitli tarihçiler, Hıristiyanlıktaki Meryem Ana kültünün, Anadolu’da bereket tanrıçası kültü (Efes’te ünlü Artemis) olan kavimlerin halklarına kadının varlığını göstererek bu dinin benimsetilmesi için bir yol açması amacıyla eklendiğini öne sürmüşlerdir. Daha sonra ise, Hıristiyanlık, kadınların Hz. Âdem’i kandırıp yoldan çıkarttığını, bu nedenle de ölünceye kadar gebelik ve doğum sancısı çekmekle cezalandırılması gerektiğini, bu günahtan ancak hiç evlenmeyerek (rahibelikle) kurtulabileceğini söyleyerek, ataerkil sistemi kurumsallaştırmıştır. Keza Yahudilikte de erkekler kadın olarak yaratılmadığı için tanrıya dua ederlerdi. Yahudilikte göksel varlıklar, melekler erkektir ve dişi olamaz ancak kadınlar kötü cin olabilirdi. Anadolu’da hemen her kavim anaerkil dönemlerde değişik adlar altında ana tanrıçaya tapınmış, kadın bereketin, doğurganlığın ve yaratıcılığın simgesi olarak kutsanmıştır. Ayrıca tarihte bilinen ilk kadın şair Sappho, ilk kadın komutanlar Artemis I ve Artemis II ve Miletos’lu Aspasia gibi önemli kadınlar bu topraklarda ortaya çıkmıştır. Dünyanın eski yedi harikasından biri kabul edilen Bodrum’da bugün yalnızca temel kalıntıları kalmış olan Kral Mausolos anıtı vardır. Müze sözcüğünün bu anıttan geldiği söylenir. Anıtı, Perslere karşı deniz savaşı kazanmış, Atina’yı ve Akrapolünü yağmalamış, eşi kralın anısına, sevgili eşi cesur ve zeki Amiral II. Artemisia (MÖ 377) tarafından yapılmıştır. Ne yazık ki erken öldüğü için anıtın bitirilmesini görememiştir. Vaktiyle anıtın tepesinde ikisini dört atın çektiği bir arabayı birlikte sürerken gösteren heykellerinin bulunduğu bilinmektedir. Artemisia zeki ve savaş kazanan bir kadın önderdir.

Mitolojide ilk güzellik yarışması da Anadolu’da yapılmıştır. Zeus’un davetine çağrılmadığı için kızarak üzerine “en güzeline” diye yazdığı elmayı Zeus’un sofrasına fırlatarak kaçan nifak tanrısının başına açtığı dertten kurtulmak için İda/Kaz Dağlarının çobanı, Truva’nın son Kralı Priamos’un yakışıklı oğlu Paris (Paris şehrine de adını vermiştir)’den medet uman Baş Tanrı Zeus’un bulduğu çare, tanrıçaları Anadolu’ya güzellik yarışmasına göndermek olmuştur. Ama Paris, ne kendisine çeşitli rüşvet ve hediyeler veren, başına gösteriş için geniş taç takan baş tanrı Zeus’un karısı evlilik tanrıçası Hera’yı, ne de sırtında kalkanı bir elinde kargısı başında at kıllı yüksek Helen (aslı Hitit) miğferi olan Zeka Tanrıçası Athena’yı değil, kendisine yalnızca Spartalı Helene’nin aşkını vaat eden ve üzerine incecik bir mavi peplos giymiş, Sappho’nun adına şiirler yazdığı Aşk ve Güzellik Tanrıçası Afrodit’i bizim Küçük Menderes çayının kenarında seçmiştir. Anadolu’lu Paris, acaba neden varsıllığı, gücü değil de ona güzel Helen’in aşkını muştulayan Afrodit’i seçer?

Seçilemeyen tanrıçalar ise kıskançlıktan kızarak Truvalılara karşı kin duyarlar. İşte istilacı Akhalarla Truvalıların ünlü Truva savaşları mitolojide böyle başlar. Bu toprakların insanları Truvalı Helen için, aşk ve adalet için savaşmayı göze almıştır. Hâlâ da yeni Akhalara karşı savaşmaktadır. Atatürk boşuna “Hektor’un öcünü aldık” dememiştir. Öykü böyle de kalmaz, gel zaman git zaman yöreye Tahtacı Türkmenleri yerleşir ve Sarı Kız Efsanesi peyda olur. Tahtacılar dağın bir doruğuna Horasan Erenlerinden Sarı Saltuk’un adını, ötesine de Cılbak Baba’nın kızı kaz çobanı Sarı Kız’ın adını verirler. Güzelliği nedeniyle başına dertler açılan Sarı Kız da İda (Kaz Dağı) nın efsanelerini eski Türklerden taşınarak gelin başlarına konan kutsal kaz tüylerinin süslediği gelin duvağı kepezler ile ermişleşerek sürdürür. Sözü daha fazla uzatmamak için, yolunuz düştüğünde Edremit/Güre Tahtakuşlar Köyünü ve özel etnografya galerisini ya da köy müzesini ziyaret ederek efsaneyi yöre halkından dinlemenizi salık veriyorum.

Ezcümle Anadolu toprakları Arap coğrafyalarından çok farklı olarak kadının tarihin çeşitli dönemlerinde toplum yaşamında etkin roller üstlendiği çok kültürlü bir mitolojiyi, tarihi ve bu geçmişin bırakıtlarını içinde barındırır. Eski Türkler değişik zamanlarda savaşa savaşa göçüp geldikleri ve tarih yazdıkları Anadolu topraklarındaki bu kültür ve inanışlarla giderek sarmaş dolaş olmuşlar, birbirlerinin içinde eriyip gitmişlerdir. Anadolu topraklarında ana figürünün toplumumuzda çok saygın bir yere oturtulmasında bu geçmişin önemli bir yeri vardır.

Anadolu’da Türklerden önce egemen olan Bizans’ta ise kadını, soylu kadınlar, imparatoriçeler dışında eve kapalı, sokağa çıkmayan bir yaşamda buluruz. Bu nedenle gerek Bizans kültürünün gerekse İran kültürünün kadına bakışındaki gerilikler Arap kültürüne eklemlenerek Osmanlıyı özünden uzaklaştırmıştır.


Osmanlının Kadınla Sınavı

Osmanlı da bilindiği gibi kendisine imparatorluk demese de büyük yayılımı ve ardından Arap, Bizans, İran ve son dönemlerinde de batı etkileriyle özden uzaklaşarak yanlış uygulamalarla kurucu halkını ve kadınları baskıladı. Kadınlar hiçe sayıldı, sokaklarda peçe, evlerde kafes arkalarına kapatıldı. Türk töresinde erkekle yan yana olan kadının yerini, erkeğin peşinde başı önde eğik giden kadın aldı. Osmanlı bunun bedelini tarihte hep tek bacaklı yürüyerek ve uygarlığı ıskalayarak ödemiştir.

II. Mahmut döneminde 1831 yılında bile yapılan ilk nüfus sayımında vergi ve askerlik için sayım denilerek erkeklerin sayılmasına karşın kadınların sayılmadığı görülmektedir. Çünkü kadının adı da kendi de yoktu. Bunun temel nedenlerinden biri Osmanlı’nın Türk diline ve tarihine yabancılaşmasıdır. Türk dili ve Türk kadını ancak köylerde yaşamın içinde var olma olanağı bulmuştur. Okullar da da tarih diye Arap-İslam tarihi okutularak geçmişe set çekilmiştir. Medreselerde zaten kadın da yoktur. Kavmi necip yani soyu temiz kabul ederek yalnızca bu tarihin okutulması ve Arap kültürünün yüceltilmesi sonucunda Türkler “idraksiz (ahmak)” denilerek aşağılanmıştır. Bu durumdan Türk kadınları da nasibini almıştır. Atatürk boşuna “Ne Mutlu Türküm Diyene!” dememiştir. Kadın Osmanlı’da ancak asıl olarak II. Meşrutiyet, 1908 Hürriyet Devrimi ile soluk almaya başlamış, çeşitli kadın örgütlenmeleri görülmeye başlanmıştır. Kadınımız Batı’nın çok gerisinde bırakılmış olarak, ancak o dönemde yavaş yavaş da olsa toplumsal ve iktisadi yaşama katılmaya başlamıştır. İlber Ortaylı, “Sanayileşme ve kentleşmenin yavaşlığına rağmen toplumda kadının 19. yüzyıldan beri ılımlı bir özgürleşme sürecine girdiği görülüyor” tespitini yapıyor. Devamında da “Sanayileşen Avrupa’da kadın, özgürlüğünün bedelini çok pahalı ödemiş, toplumsal hayatta yeni güçlüklerle karşılaşmıştır. Benzer bir gelişme ülkemiz kadını için henüz başlamaktadır, ama koşulların farklılığından dolayı Türkiye’de kadının özgürlük için ödediği bedelin Avrupalı kadınınki kadar ağır olduğu söylenemez. Bu farklı koşullar, yakın tarihimizdeki reformların sanayileşmeden önce özgürlük için uygun bir zemin hazırlamasından ileri gelmektedir.” demektedir. Sanırım kitabının yeni baskılarında Ortaylı, yaşanan kadına yönelik şiddet nedeniyle, ödenen bedellerle ilgili görüşünü revize etmek durumunda kalacaktır.

Osmanlı döneminde bile kadınların, eve kapatılmalarına karşın bir biçimde hayat bulduğunu, çok azınlıkta da olsa güçlü kadınların var olduğunu, hatta bunlara sonraları toplumda “Osmanlı Kadını” adı verilerek saygı duyulduğunu biliyoruz. Aylarca insanımızı ekran başında esir eden ünlü Hürrem, bilindiği gibi aslında Ukrayna asıllı bir cariye olan Roxelan’dı. “Hurra Arap tarihinde “Hur” dan, hür özgür kadın, dolayısıyla saygın kadın anlamına gelir…Kanuni Sultan Süleyman ona –hür kadınım- anlamında “Hurrem” adını vermişti.” Kadının kapatıldığı toplumun padişahının bile hür ve saygın kadın arayışında olması düşündürücü ve anlamlı değil mi? Harem olayı ise Bizans’ın fethi ile başlamış, öncesinde eski Türklerde geleneği olmayan bir durumdur. Osmanlı’nın kadınla olumsuz sınavı hiç kuşkusuz dinle birlikte o dönemin Arap kadın kültürünün, geleneklerinin de hiç sorgulanmadan alınması ile olmuştur. Bunun için de İslâm’da kadının ele alınışına bakmak gerekir.

İslam’da kadının yeri

Hz. Muhammed “Cennetin kadınların (anaların) ayakları altında olduğunu” söyleyerek kadının adının olmadığı Arabistan coğrafyasında kadını Müslüman kimliği ile erkeğe eşit kılan bir felsefenin devrimcisi olmuştur. Kadını kuma gömülmekten, cariyelikten kurtarmaya çalışmıştır. Diğer tek tanrılı dinlere nazaran İslâm daha gelişmiş bir dindir. Atatürk’ün de belirttiği gibi “Müslümanlık aslında en geniş manasıyla müsamahakâr ve modern bir dindir. Araplar onu kendi bünyelerine göre anlamışlardır…”

“Türklerin İslamiyeti kabulü sırasında Türk toplum yaşamına sokulan yaşantılardan biri de çok eşliliktir. Ancak Osmanlılar da çok eşlilik (poligami) yaygın değildir…” Gerek çelişkili ayet ve hadisler gerekse bağnaz yoruma dayalı uygulamalar sonucunda İslâm coğrafyasında kadın erkekle eşit, denk bir yaşamı elde edememiştir. Atatürk laikliği ve kadın erkek eşitliğini tesis ederken dine karşı değil, kadını köleleştiren hurafeciliğe, taassuba, din simsarlığına, yobazlığa karşı çıkmıştır. Din ve dünya işlerini birbirinden ayırmak istemiştir. Gelişmeler onu bir kez daha haklı çıkarmıştır. “Softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi çıkar sağlayanlar iğrenç kimselerdir. İşte biz bu duruma muhalifiz ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.” Gelinen bu noktada, Atatürk’ün bu sözlerin ne kadar haklı olduğu bir kez daha anlaşılmıyor mu?

Din adına yapılan ve Atatürk’ün bizleri uyardığı ve mücadele etmemizi istediği bütün bu yanlışlar, bugünkü insan aklının geldiği aşamada kabul edilebilir mi? Kadının korunması vb. denilerek kadının eve kapatılması, çalışacaksa evde çalışsın denilmesi, insanın kuyruklu yıldızlara kadınlı erkekli uzay aracı indirdiği, Mars’ta yaşam kolonisi oluşturmak için çalıştığı devirde kabul edilebilir mi? Kadının güçsüz olması ve korunma gereksinimi içinde olduğu biçimindeki bu anlayış önünde sonunda üstünlük kurmaya yönelik, ilkel çağ dışı
bir anlayıştır. “Hür mümin kadınları kurtarmak” için cariyelik kurumunu yeniden isteyen bir kafa ile uğraşıyoruz. Bu nedenle kadına değer veren, eşit gören, ‘canlar birdir’ eşitliği sağlayan Alevilik, Bektaşilik gibi tarikatlar ve inanç sistemleri, Türk toplumunun gerçekleriyle bağdaşan çeşitli İslâm yorumları Türkler arasında Cumhuriyet öncesi ve sırası geniş kabul görmüş ve görmektedir. Ahmet Yesevi “cemiyette ve dergâhta kadın ve erkek birlikteliğini” savunuyordu. Türkiye’nin önünü bilime ve çağdaşlığa destek olan böylesi inanç sistemleri, yorumları açacaktır.

Gâzi Mustafa Kemal Atatürk “…Şuna inanmak gerekir ki, dünya yüzünde gördüğünüz her şey kadının eseridir…” diyordu. Oysa bugün Afganistan’da İslam’a uygun giyinmeyenler idam edilmektedir. Kadının dondurma yemesi yasaktır. Zina yaptığı ileri sürülen kadın stadyumlarda taşlanarak öldürülür. Kadınların okula gitmesi yasaklanmaktadır. Müzik, dans günahtır ve şeytan işi olarak görülmektedir. Gülmek, ruj, oje, fotoğraf çekmek, televizyon ve radyo yasaktır. Oje süren kadının eli kesilir. Ruj süren kadının dudakları kesilir. Diğer İslam ülkelerinde biraz “yumuşatılmışı” uygulanarak kırbaçlanır. Bakire kız idam cezasına çarptırılmaz denilir. Çözüm (!) olarak önce tecavüz edilir sonra idam edilir. Muta nikahı vardır. Kadın, mirası erkeğin yarısı kadar alır. Vahabi yönetimleri ise dün İngiliz emperyalizminin ve bugün ABD emperyalizmlerinin destekleriyle tam bir tescilli Atatürk ve Türk düşmanıdır. S.Arabistan’da kadınların araba kullanması, konuşması, sıçraması yasaktır. Kızlar erkek hocalardan ders alamaz. Kan davalarında kızlar hibe olarak verilebilmektedir. Kadınlar taşlanarak öldürülmektedir. Kadınlar bu gibi ülkelerde sinemaya, tiyatroya, konsere gidemez. Meslek sahibi olamaz. Altı yaşından sonra erkeklerden ayrılır. Kısacası bu ülkelerde ve bugün de bizim ülkemizde baskı rejimi inanç kullanılarak kadın üzerinden kurulmaktadır. Bizim din anlayışımızı buralara götürmek isteyen çevreler aynı zamanda beyinlerinin arkasındaki eski “cariyelik” kurumlarını da yeniden hortlatarak çoklu kadınla birlikteliğe, ahlaksızlığa kılıf hazırlamaktadırlar.

Asıl amaç, söylemlerde yer alan ‘zayıf olan kadını’ güya korumak değil, onu zayıf tutmak ve eve kapatarak haklarını aramasına engel olmak, baskı rejimini kadın ve erkek üzerinde oturtmaktır. Din bu amaçla kullanılmaktadır.

“Türkler, tarihlerinin hiçbir döneminde tümüyle din üzerine kurulu bir toplum düzeni kurmadılar; peygamber ve ruhani önder çıkarmadılar; inanç biçimlerini, Tanrıya ve gerçeğe akıl yoluyla ulaşma üzerine kurdular. Atatürk’ün söylemiyle; “bütün dinlere ilgi ve saygı gösterdiler, fakat kendilerini hiçbir zaman herhangi birinin esiri yapmadılar.” Prof. Niyazi Berkes’e göre; Tanrı’yla kul arasında aracı kabul etmeyen ve “en insancı inanç yorumu” olan Yaradancı(deist) din anlayışı, Türk tarihinin tüm dönemlerinde geçerli olmuştur; “Türk inanç sisteminde, Tanrı yalnızca yaratmış, yarattıktan sonra dünya işlerine karışmamıştır.”

Atatürk Dönemi ve Kadın

Ve Atatürk dönemi… Kurtuluş savaşında kucağında bebesiyle cephe gerisini örgütleyen, erkekleri savaş için cesaretlendiren, mitinglerde yüz binlere konuşan kadını unutmamış, devrimleri adeta kadın devrimleri olmuştur. Kadınlar o günün koşullarında hayal bile edemedikleri haklara Gazi Mustafa Kemal Atatürk sayesinde batılı hemcinslerinden çok önce sahip olmuş, böylece savaş sırasında yapılan fedakarlıkların karşılığı olarak bu kazanımları elde etmişlerdir. Atatürk’ün o dönemde söylediği şu sözler kurtuluş savaşı ve cumhuriyetin ilk yıllarındaki kadın gerçeğinin devrim önderlerinin gözünde nasıl değerlendirildiğini göstermesi bakımından önemlidir: “Ve dünyada hiçbir ulusun kadını - ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, ulusumu kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar fedâkarlık yaptım!- diyemez.” Bu övgü olgulara dayanmayan gelişigüzel söylenmiş sözlerden ibaret değildir. Atatürk gereğini yapmış ve kadını ikinci sınıf olmaktan kurtarmak için toplumu uygarlaştırmaya, çağdaşlaştırmaya uğraşmıştır. Atatürk 1925 yılında şunları söyler: “Bir toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir kitlenin bir parçasını ilerletelim, diğerini ihmal edelim de kitlenin tamamı ilerlemeye mazhar olabilsin? Mümkün müdür ki bir camianın yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı semalara yükselebilsin? Şüphe yok, ilerleme adımları, dediğim gibi iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve iş, ilerleme ve yenileşme sahasında birlikte merhaleler kat edilmek lazımdır. Böyle olursa inkılap muvaffakiyetle neticelenir...”

Fakat bugün gelinen durum çok farklıdır. Önemli sayıda bir okumuş kadın kitlesi bulunmakla beraber kadınımızın büyük kesimi kör kuyulardadır. On yıl önce, 2005 yılında İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezine başvuran 13 bin kadının yüzde ellisinin haklarını bilmediği, yüzde 30’unun haklarını bilmesine karşın kullanamadığını veya ekonomik özgürlüğü olmaması nedeniyle haklarını kullanma cesareti olmadığı yalnızca yüzde 20’sinin haklarının bilincinde olduğu görülmüştür. Kadınlar sosyo-ekonomik nedenlerle ve bağlı olarak siyasal nedenlerle cumhuriyetin kazanımlarına yeterince sahip çıkamamış, siyasal partilerde, meclislerde temsil edilememiş, siyasetten oy kullanma dışında uzak kalmış ya da uzak bırakılmışlardır. Ayrıca kadınımızın bir bölümü din ve cehalet yoluyla emperyalizmin hizmetine devşirilmiş, daha okumuş ve varsıl bir bölümü de AB masalları ile batı özentisi bir yozluğa teslim olmuşlardır.

İslamın aşırı muhafazakâr ve yobazlığa dayalı yorumlarının da etkisiyle kadınlarımız Cumhuriyet nimetlerinden yeterince yararlanamamış, artan nüfus ile birlikte dış ve iç gericilik kadını yeniden kafeslere ve evlere kapatma çabası içine girmiştir. Nalına da mıhına da diyerek, bu durumda kadınlarımızın değişik nedenlerle de olsa siyasete ilgisiz kalmaları ve haklarının bilincinde olmak için gerekli mücadeleyi vermemelerini de bir eleştiri olarak söylememiz gerekir. Kadın böylece karar mekanizmalarından büyük ölçüde dışlanmış ve bazen de kendini dışlamıştır. Meydan böylece kadını sömürü ve gericilik için kullanmaya çalışanlara kalmıştır. Dıştan destekli iç gericilik de kadının başını din adına kapatarak toplumda ‘başı açık olanlar dinsiz, münafık, başı kapalı olanlar Müslüman kadın’ gibi ayırımcılık yapmışlar ve böylece kadının kendi mücadelesine sahip çıkmasını engellemişlerdir. Nitekim bu doğrultuda çeşitli din referanslı cinayetler de sıkça görülmeye başlamıştır. Örneğin, 1997 yılında bir İngilizce öğretmeni türban takmayan annesini bıçaklayarak öldürmüştür. Yakalandığında, münafık olarak tanımladığı annesini “Münafıkların katli vacip” olduğu için öldürdüğünü söylemiştir.

Oysa kadınlarımızın tarihi gerçeğini, yobaz din anlayışı ve neoliberallik adına millî reflekslerini yitirmiş kadınlar değil, bize bu yurdu armağan eden, hem ulusal hem de ahlaki bütün değerlerin hakkıyla simgesi olan fedakâr kadınlarımız temsil etmektedir.

2005-2006 yıllarında gittiğim Şehir Tiyatrosunda oynanan “Ben Anadolu” adlı bir oyunda H.Edip dışında Kuvayı Milliye kadınlarına ne yazık ki yer bile verilmediğini görerek üzülmüştüm. Oyunda Halide Edip bile milli savaşçı değil, bir Rumca tercüman, savaş sırasında yalnızca Yunanlıları teşhis etmekle görevli ve “zavallı” Yunan askerlerini “hain değildir” diyerek kurtaran bir kadın olarak canlandırılıyordu. Oyunda Kara Fatma’lar ve Zehra’ların adı bile geçmediği gibi Gâzi M. Kemal’ in adı da yalnızca bir kez yer alıyor, ayrıca İttihatçılara da Osmanlı sarayında bir kadın şair ağzına geleni söylüyordu. O Kara Fatma’lar ki kadın tarihimizde Mehmetçik’in kadın karşılığı olarak kabul edilmektedir. Onlar dün nasıl vatanları ve hemcinsleri için canlarını verdilerse bugün de aydınlanmış bütün kadınlarımız görev bilinci içinde benzer bir mücadeleye hazır olmalıdırlar. Bu nedenle bize dün bu güzel yurdu tırnaklarıyla, canlarıyla veren o kadın kahramanları anmak, 8 Martların öncelikli görevi olmalıdır.

“Ve kadınlar bizim kadınlarımız…” Kadın Kahramanlarımızdan Bazıları

Atatürk’ün yukarıda aktardığım sözlerinin nasıl bir mücadele ile hak edildiğini ve bugünkü iktidar zihniyetin bu cumhuriyet için can verenlerden ne kadar uzak bir anlayışa ve sapkın bir din anlayışına sahip olduklarını görmek açısından, emperyalizme karşı verdiğimiz savaşta mücadele eden kahraman kadınlarımızdan bazılarını bu yazımda anmak istiyorum:

Erzurum /Pasinler Çeperler Köyünden 93 harbinde henüz 20 yaşında gelinken Aziziye Tabyasında kahramanca savaşan, oğlunu Çanakkale’de şehit veren, “3.Ordunun Nenesi” ünvanı verilen, 1955 yılında ‘yılın annesi’ seçilen kahramanlık simgesi Nene Hatun; 1919 Sultanahmet Mitingiyle halkı işgale karşı uyandırmak için o tarihi konuşmasını yapan ve sonra Anadolu’ya geçen, hakkında idam kararı verilen altı kişiden biri, İstiklal Savaşının aydın tanığı olarak dönemi kaleme alan Halide Onbaşı ( Halide Edip Adıvar) (1884-1964); Çanakkale savaşına küçük bir çocukken babasıyla katılıp, at binen silah kullanan, 12 yaşında İzmit cephesinde “onbaşı” rütbesi alan, babasıyla pek çok çarpışmaya katılan ve yüzden fazla düşman askeri öldüren, 30 Ocak 1921 tarihinde T.C.’nin İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilmesi önerilen ilk kişi Nezahat Onbaşı; 1921 yılında İnebolu’dan Kastamonu’ya iletilmesi gereken savaş malzemesini köylerde kalan sakat yaşlı ve kadınlarla iletme işini üstlenen başlarında kadınların bulunduğu kağnı kollarından birinin başında olup top mermileri ıslanmasın diye kazağını üstüne örtüp yavrusuna vücut sıcaklığını vermek için abanırken kendisi soğuktan ölerek şehit düşen Kastamonu’da anıtı olan Şerife Bacı; 1888 doğumlu, eşi subay Suat Derviş ile evlenip Balkan savaşına katılan, 1.Dünya Savaşı Kafkas Cephesine giden, Sivas kongresine Mustafa Kemal’le bizzat görüşmek üzere giden, ardından Milis Müfreze Komutanı olarak Batı Cephesinde görev alan, 300 kişiyi aşkın birliği ile Başkomutanlık Meydan Muharebesinde destan yazan hatta Yunan Generali Trikupis’e esir düştüğü halde kaçmayı başararak, müfrezesinin başına geçen, “üsteğmen” rütbesiyle emekli olduğu zaman maaşını Kızılay’a bağışlamış olan kahraman kadın savaşçımız Fatma Seher Erden (Erzurumlu Kara Fatma); Kurtuluş Savaşına katılmak için erkek kılığına girdiğinden, her gün tıraş olur gibi yapan, Halim Çavuş sanılan, savaş sonrasında Mustafa Kemal Paşa tarafından ‘Ankara’da bizim kızımız ol’ denmesine karşın “Annem babam beni bekler” diyerek evine yollanan Halime Çavuş (Kocabıyık); Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Kadınlar Kolu kurucularından ve kentin ilk kadın meclisi üyesi, savaş sırasında kadınları toplayıp cephe gerisini örgütlemiş çorap, kazak, fanila ördürtmüş, askerin karnını doyurmuş, daha sonra Atatürk’le birlikte karşılıklı kahve içmiş Hafız Selman İzbeli; 1921’de eşi Usturumcalı Ali Efe ile birlikte Milli Mücadelede çete savaşlarına katılan, henüz 21 yaşındayken 17 Mart 1922’de Akhisar Sungurlu hududu üzerinde Koca Yayla’da elinde silah düşmanla en ön safta savaşırken başından vurularak şehit olan Gördesli Makbule; Çanakkale’de ölen kocasından kalan tek hatıra elmas küpelerini bozdurup kendine tüfek alıp dağa çıkan ve Yörük Ali Efe’ye katılan, Aydın’ın kurtuluşu olan 7 Eylül’e kadar düşmanla savaşan, savaş sonrası İstasyon Meydanı’nda diğer kahramanlarla birlikte Atatürk tarafından İstiklal Madalyası takılan, “Savaştım Yunan’a karşı elimde kalan en değerli şey Atatürk’ün göğsüme taktığı İstiklal Madalyasıdır” diyen Çete Emir Ayşe; Adanalı, 9. Tümenin 1920 yılında Fransızlar ile yaptığı muharebeye müfrezesiyle katılan, başlıca keşif ve kundakçılık görevleri yapan, düşman ikmalini sekteye uğratan, düşman karşısında bir ara askerde duraksama olunca “Ben kadın olduğum halde ayakta duruyorum da siz erkek olarak yerlerde sürünmekten utanmıyor musunuz?” diyen ve aynı muharebede ateş hattında kalan iki arkadaşını kurtarmak için ileriye atıldığında şehit düşen Tayyar Rahmiye; Asıl adı Adile olan ama silah arkadaşlarınca “Kara Fatma” diye anılan, 8-10 kişilik milis kuvvetiyle Afyon Savaşı’na katılan, Tarsus’un kurtarılmasında da büyük yararlılıklar gösteren Tarsuslu Kara Fatma (Adile Onbaşı); Yine Adana’da Fransızlara karşı milis kuvvetlerine katılan, Fransızlara kılavuzluk yapar gibi görünüp yanlış yol gösterip Karboğazı’na sokarak Türk askerine esir düşmelerini sağlayan Kılavuz Hatice ve isimsiz daha niceleri…

Böylesi kahraman kadınları olan bir milletin kadınları, milletin başına musallat olan bir illetin onları eve hapsetmesine izin verilebilir mi? Cin lambadan çıkmıştır artık. Bu tarih, bu yaşanmışlıklar aydınlanmış kadınların yeniden inisiyatif almasıyla önünde sonunda zafere ulaşacak, karşı devrim kadını karanlıklar içine yeniden sokmayı başaramayacaktır. Çabaları boşunadır. Cumhuriyet kadınları bunu kanıtlayacaklardır.


Atatürk ve Cumhuriyet Kadına Ne Verdi?

Neler vermedi ki? Çokça söylendiği gibi devrimlerimizin hepsine birden kadın devrimi, cumhuriyetimize kadını yüceltme, erkekle eşit kılma cumhuriyeti demek olasıdır.

Yıl 1924 Eğitim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Kanunu ile Laik eğitim sistemi kabul edildi. Kız ve erkek çocuklar eşit koşullarda eğitim görmeye başladı.

Yıl 1926 Türk Medeni Kanunu kabul edildi. Kadın ve toplum böylece mecelle zulmünden kurtarıldı. Oysa Avrupa’da (Code Civil) yüzlerce yıllık bir savaşım sonucunda yaşama geçirildi. Atatürk dönemi Tarih Dersi Kitabında bu konuya şöyle giriş yapılmaktadır: “ Asrın bütün gereklerine uygun, geçmişin paslarından, zincirlerinden tamamıyla kurtulmuş yeni bir medeni kanunun kabulü, milli hayatın serbest gelişimine doğru en hayırlı devrim aşamalarından biridir. Bununla, millî gelecek yolu üzerindeki engeller zincirinin en sarp ve çetin istihkâmları kesin surette düşürülmüş oldu. Bu yeni kanunumuz, hukuk ilminin son teori ve düsturlarına uygun ve dünya medenî kanunlarının hepsinden üstün olan İsviçre Medenî Kanunu’nun aynıdır. Büyük Millet Meclisi’nde oybirliği ile kabul tarihi 17 Şubat 1926’dır. Fakat hazırlığı 1924 yılında başlamış, memleketimizin hukuk âlimlerinden 26 kişinin 14 ay süren devamlı çalışmasıyla tamamlanmıştır. Maddeleri açıklayan şerhler ayrıca 46 kişilik bir heyet tarafından büyük bir cilt halinde hazırlanmıştır. Böylece, teokratik saltanat rejimini yaşatmak ve kuvvetlendirmek için Türk milletinin toplumsal hayatına din adına zorla aşılanmış, dar ve ilkel hukuk esasları ortadan kalkmıştır”

Şu sıralarda da önderliğini Sayın Nazan Moroğlu’nun yaptığı İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği (İKKB), Medeni Kanuna yönelik saldırılar karşısında ona sahip çıkmak amacıyla, “Medeni Kanunuma Sahip Çıkıyorum” konulu, bir milyon imzayı hedefleyen büyük bir imza kampanyası yürütmektedir. Özgecan’ların fütursuzca katledildiği bir ortamda bu kampanyanın desteklenmesi başta kadınlar olmak üzere bütün yurttaşlarımızın görevi olmalıdır.

Medeni Kanun ile kadınlar da ilk kez “yurttaş” olarak yasadaki haklardan eşit olarak yararlanma hakkı elde ettiler. Örneğin Aile Hukuku ile o güne kadar erkeğin “boş ol” demesiyle boşanabilme kaldırıldı. Tek eşlilik getirildi. Resmi nikah zorunlu hale geldi. Erkeklerle eşit olarak ilk kez yasada yer alan nedenlerle boşanma ve velayet hakkına sahip oldular. Kız ve erkek çocukların mirastan eşit pay alması kabul edildi. Öncesinde erkek çocuğa iki pay verilirken kız çocuğa bir pay verilmekteydi. Cumhuriyetin getirdiği en önemli yeniliklerden olan bu kanunla birlikte, dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’u ve onun yasanın tarihi önemine yönelik sözlerini de anmak gerekir: “Medeni Kanun’u uygun bulup onayladığınız anda, devrime, Türk tarihine ve Türk hayatına yeni bir seyir vermiş olacaksınız. Bu kanunu kabul anlamında ellerinizi kaldırdığınız zaman geçen on üç asır duracak ve Türk milletine yeni, ileri ve uygar bir hayat açılacaktır. Devrim ve onun öz sahibi olan Türk milleti bu tarihi kararımızı bekliyor.”

Yıl 1930 kadınlar belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkını elde ettiler.

Yıl 1933, kadınlar muhtarlık seçimlerinde seçme ve seçilme hakkını elde ettiler.

Yıl 1934, Anayasa’da yapılan bir değişiklik ile kadınlar milletvekili seçme ve seçilme hakkını elde ettiler. (1924 Anayasa’sının 10. ve 11. maddelerinde 5 Aralık 1934 tarih ve 2599 sayılı Kanun ile yapılan değişiklik: “Yirmi iki yaşını bitiren kadın-erkek her Türk mebus seçmek hakkını haizdir”. 11. maddede de “Otuz yaşını bitiren kadınların da mebus seçilebileceği” kabul edildi.

Bunun sonucu 1935 seçimlerinde 18 kadın milletvekili seçilmiştir. Bu hak için batılı kadınlar, örneğin devrimin beşiği Fransa’nın kadınları 1944, İtalyan kadınları 1945, Yunan kadınları 1952 ve Belçika kadınları 1960 yılını beklemek zorunda kaldılar.

Türk kadınının ilk kez yer aldığı TBMM’nde 18 kadın milletvekili 32-50 yaşları arasında, 15’i yüksekokul mezunu, öğretmen ve yöneticidir. Biri lise mezunudur. İkisi çiftçidir. Bu çiftçilerden birisi de Kazan Köyü muhtarı Satı Kadındır. Ankara Mebusu seçilmiştir. İlk kadın belediye başkanı ise Müfide İlhan’dır. Ve 7 çocuk annesidir. Türkiye kadın milletvekillerinde bu sayıyı ancak 1999 tarihinde 22 milletvekili ile aşacaktır. İşte bugünlere neden geldiğimizin /getirildiğimizin nedenlerinden biri bu olacaktır.



Gelelim Kadınların Askerlik Yapması Konusuna

1931 yılında Gâzi uzun memleket dolaşmasında İzmir’de İzmir Kız Muallim Mektebi’nde öğretmenlerle sohbette özetle şunları söyler:

“Erkek ve kadın için ferdî ve siyasî haklar açısından bir fark olmamalıdır. Fakat buna karşılık görevler açısından da fark olmaması gerekir. O halde kadının bütün anlamıyla siyasi haklara sahip olması için her vatandaş gözünde bir şeref ve haysiyet hakkı ve bir vatan borcu olan askerlik görevini gereğinde fiilen yapabilmesi lazımdır. Demokrasinin esas şartlarından biri olan eşitlik ancak böyle gerçekleşebilir. Kadının bedensel yapısı, ruh hali buna uygun değildir denemez; Türk köylü kadınının en ağır işleri yapmak konusunda erkeklerle olan çalışma ortaklığı ve direnci bilinmektedir. Türk tarihinde ve yakın devrim tarihinde Türk kadınının yaptığı fedakârane hizmetler doğrudan doğruya savaş meydanlarında yapabileceği hizmetlerin delilleridir.” Gâzi devamla “Bugün için kadının askerlik yapması söz konusu olmasa bile, bütün kızlarımızın vatanın, milletin çıkarlarını savunup koruyabilecek kabiliyette yetiştirilmelerinin millî eğitimde esas tutulması ve kız çocuklarımızın buna göre bedenî ve fikrî ve hissî eğitime kavuşturulmaları gerektiğini” açıklayarak şu sözlerle bitirir: “Türk kadınının esasen bu cevherde olduğuna şüphe yoktur. Onun içindir ki, Türk kadınları memleketin kaderini millet adına idare eden siyasî zümreye geçmek arzusunu gösterirken, milletin vatandaşlara yüklediği görevlerin hiçbirinden kendilerinin uzak bırakılmayacağını düşünmezler. Çünkü görev karşılığı olmayan bir hak yoktur”.

Atatürk’ün bu sözleri liselerde uzun yıllar okutulan ama sonra bilinen nedenlerle kaldırılan ünlü Kemalist Eğitimin Tarih Derslerinin IV. Cildinde de (1931-1941) yer almış ve öğrencilere okutulmuştur. Kadına yönelik şiddeti sorgularken bu konuyu da değerlendirelim.

Kadına Yönelik Şiddet ve Askerlik

Kadınlar kazanımlarının ellerinden alınmasının kendileri için ne anlama geldiğini ilk kez son on yıldaki gelişmelerden derinden hissetmeye ve ellerini artık taşın altına sokma gereği duymaya başladılar. Yani artık bedel ödeniyor. Önce hemcinslerinin kapatılması ve gericileştirilmesi sürecini izlediler, ardından tarihlerinde görülmemiş bir şiddet ve ayırımcılık dalgasıyla karşı karşıya kaldılar.

Laikliğin iktidar partisinin uygulamaları ve hatta mecliste yer alan muhalefet partilerinin örtülü açık desteği (“laiklik tehdit altında değildir” söylemleri vb.) ile ortadan kaldırılmaya çalışmasının doğal sonucu olarak, toplumda giderek artan şiddet eğiliminin kadını vurması kaçınılmazdı. Nitekim gerek türbanlı gerekse de türbansız bütün kadınlar şiddet mağduru oldular, oluyorlar. Bu şiddet artık öylesine arttı ki Özgecan olayında olduğu gibi tüyler ürpertici noktalara ulaştı. Toplum adeta bir vicdan patlaması yaşadı. Gelinen noktada bugün binlerce kadının yaşanan şiddet sonucu sığınacak yer aradığı, ailesine, polise ve sığınma evlerine sığındığı, barolara başvurarak avukat desteği aradığı bilinmektedir. Kadın ile ilgili istatistikler resmi makamlarca tam olarak tutulmadığı için sayının büyüklüğü bilinenden de korkunç boyutlardadır. Ayrıca şiddet yalnızca kadını değil önüne kim çıkarsa onu yakmaktadır. Örneğin, Özgecan olayının olduğu sıralarda kentin ortasında İstanbul Aksaray’da Emniyet Müdürlüğüne yakın bir yerde evine gitmekte olan kırk yaşlarındaki bir erkeğin önünü ikisi erkek biri kadın tinerci olduğu söylenen kişilerce kesilerek, para verdiği halde verilen parayı beğenmedikleri için sokak ortasında bıçaklanarak öldürülmüştür. Görülüyor ki şiddet her yerde kadın erkek çocuk demeksizin kol gezmektedir.

Bütün bu yaşananlara karşın siyasiler bugün var yarın yok tarzında seyirci, TBMM’de milletvekilleri artık merdivenlerden atılmakta, revirlik, hastanelik olmakta, başta da belirttiğimiz gibi şiddet dili başta devletin en üst makamlarını işgal edenlerce sorumsuzca ve rahatça kullanılmaktadır. Bütün bunların toplumdaki yankısı, gelecekteki sonuçları ise hiç düşünülmemekte, siyasi ihtiraslar uğruna toplum şiddet çemberinin içine sokulmakta bir beis görülmemektedir.

Artık Cumhuriyet kültürü ve terbiyesi ile yetişmiş insanımızın toplu taşım araçlarındaki kadına, yaşlıya yer verme, saygı gösterme davranışının, ‘ana gibi yar olmaz’ diyen kültürünün yerini toplu taşım araçlarında kadınlara tecavüz edilen, taciz ve şiddet uygulanan, hakaret edilen bir gericiliğin, yozlaşmanın, çürümenin aldığını görmekteyiz.

Çözüm nedir? Kadının fendi erkeği nasıl yener?

Önünde sonunda kadının fendi erkeği yenecektir. Ama hangi kadının fendi hangi erkeği ve nasıl yenecektir? Örgütlü, haklarının bilincinde, bireyselleşme yolundaki ve toplumsallaşmasını da bilen, elini taşın altına koyan kadının fendi erkeği yener. Hangi erkeği? Türbana “Velev ki siyasal simge” diyen ve bunu topluma bir “özgürlük” talebi olarak sunan din istismarcısının, ‘Kadın fıtrat gereği erkekle eşit değildir’ diyen, ‘kadın mini etek giymemeli’ diyen, ‘en az üç çocuk doğurmalı’ diyerek kaç çocuk doğuracağına kadın adına karar veren, kadına ‘kadının yeri evidir, kocası iyi kazanıyorsa kadın çalışmamalı’ diyen, ‘başı açık kadın kapısız eve benzer ya kiralıktır ya da satılıktır’ diyen ‘sokağa çıkmasınlar kahkaha atmasınlar’ diyen, kamu görevlisi bir imamın ağzından ‘çalışan kadın aldatır’ diyen, kamu kurumlarına eleman alırken cinsiyet ayırımı yaparak ‘cinsiyeti erkek olmak’ koşulunu arayan ayrımcı ilanları veren zihniyetin (üstelik ÖSYM web sayfasındaki bir ilan) erkeğini yenecektir. Bu nedenle bu mücadele kadını da aşan, kadın erkek birlikte verilecek ve öncelikle siyasi zemine oturması gereken bir mücadeledir. Ayrıca gelinen bu noktada, geçmişteki çabaların üstüne, yeni şeyler düşünmek, söylemek ve yapmak gerekmektedir. Bunlardan birisi de askerlik konusudur. Bu, kadınların mücadelesine yeni bir ivme kazandıracak olan bir istem olacaktır.

Temelli Çözüm İçin Başlangıç Olarak Askerlik Şart

Kadınlar, bu çözüm doğrultusunda Atatürk’ün yukarıda belirttiği askerlik yapmayı vatan borcu olduğu kadar, hem erkeklerle eşit olma hem şiddete karşı genç kadınların özgüven ve savunma gelişimi olarak da talep etmelidirler. Kadınlardan sohbetlerde son günlerde sıkça duyduğumuz, şiddet karşısında ‘Artık karate, judo, tekvando kurslarına gitmekten başka çare kalmadı’ sözleri aslında bu ihtiyacı ortaya koymaktadır. Daha da önemlisi, askerlik, eve kapatılan, sömürülen kadını evin dışına çıkartarak şahsiyetini kazanmasına, özgürleşmesine yardımcı olacaktır. Bugün 8 yıllık kesintisiz eğitime son vererek 4+4+4 sistemi ile kızları yeniden evlere ve hatta çocuk yaşta evliliğe hapseden zihniyete en esaslı yanıt, genç kızları evlerinden, köylerinden devletin güvencesi altında çıkartarak onlara daha geniş bir dünyanın kapılarını açmak, yurdun dört bir tarafından gelen hemcinsleri ile omuz omuza vatan hizmeti yapmalarını sağlamak olacaktır. Askerlik sürecince uygulanacak etkili eğitim izlenceleriyle de kadınların kafalarının kapatılması değil de eğitim açıklarının kapatılması sağlanabilecektir. Kanımca kadın kuruluşları bu istemi önümüzdeki dönemlerde ayrıntılarıyla hazırlayarak ortaya koymalı, öncelikle tartışarak olgunlaştırmalı, sözlü ve yazılı olarak dile getirmelidirler. Askerlik konusunun genç kadını özgüven eğitiminden, erkeklerle eşit görev yapma eğitiminden geçirecek önemli bir gelişme adımı olacağı kuşkusuzdur. Vatan görevinde birlikte mücadele bekleniyorsa bunun için yeni bir adımın kadınların önüne konması gerekmektedir. İlk kurulacak milli hükümet de kadının kurtuluşunda onun toplum yaşamında ve üretimde yer alması kadar bu konuyu da programına ve gündemine almalıdır. Eşitsizlik ve ayrımcılığa karşı mücadelede vatani görev yapması kadınımızı geliştirecektir. Ayrıca yaşadığımız coğrafyanın jeopolitiği askerlik bilincinin genç yaşlarda kadın erkek denilmeksizin herkese verilmesini gerektirmektedir. Askerlik bu topraklarda para verilerek olmaz. Kadınlı erkekli vatan bilincine sahip ve uzman savaşçılara gereksinim vardır. Her an ateşin içine sokularak yakılan coğrafyada kadınımıza kendini ve vatanını korumasını öğretmeliyiz. Bu gelenek olarak Eski Türklerden beri sosyal genlerimizde vardır. ‘Ata binen ok atan, güreşen’ kadın gerçeği ile yaşanan gerçekliğin tezatlığı bize bu mirasın da sürdürülmesi gerektiğini göstermiştir. Bu ise özveri ile, vatanına yürekten verme ile olur. Bunun karşılığında vatan da kadınlara onurlu, başı dik, özgür yaşanacak ortamı verir. Atatürk’ün dediği gibi askerlik şeref, haysiyet ve vatan borcudur ve demokratik eşitliğin önemli bir adımıdır.

Kadının mücadelesi artık vatan mücadelesi ile birleşmiştir. Kağnı kollarına önderlik eden, cephe gerisini örgütleyen kadın, erkeklerle eşit olmak ve vatan mücadelesinde omuz omuza olmak için zorunlu, belki başta gönüllü, uzman askerliği talep etmelidir. Gelinen noktada askerlik konusu kadın için önem ve öncelik kazanmıştır. Kadını kurtarmak için vatanı kurtarmak, vatanı kurtarmak için de kadın kurtuluş mücadelesi içinde erkeklerle birlikte örgütlenmek gerekmektedir.

Kadın diğer yandan da Atatürkçü programlarda ve kuruluşlarda siyasal olarak örgütlenmeli ve haklarının bilincinde olmalıdır. Erkek düşmanlığı yaparak değil, erkeklerin de aslında kurban olduğu bu düzeni kadın erkek birlikte yıkarak bir yerlere varılacağının ve ileri kadın haklarının önünün böyle açılacağının bilincinde olarak. Yeniden Cumhuriyet hukuku ve eğitiminin egemen olmasıyla şiddet dilinin ve ayırımcı dilin yerini giderek eşitlikçi, ayırımcı olmayan, saygın ve sevgi dolu bir dil alacaktır.

Emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadele aynı zamanda kadının da özgürlük mücadelesinin, bireyselleşmesinin mücadelesidir ve yalnız kafasını değil, önünü de açacaktır. Emperyalizmin teslim almak istediği ülkelerde gerici rejimleri ayakta tutarak, gerici yöneticileri destekleyerek kurduğu baskı rejimleri öncelikle kadını baskılayarak ve kullanarak gerçekleştirdiğini hep akılda tutmak gerekir. Emperyalizm bu doğrultuda kadını ya dini kullanarak, düşünmeyen, milli reflekslerini yitirmiş biçimlere sokarak gericileştirmekte ya da kadını meta yaparak yozlaşmış bir ürün haline getirmektedir. Yahudi soykırım kamplarında Nazilerin görevlendirdiği kendi toplumuna şiddet uygulayan Yahudi görevliler gibi, kendi hemcinsleri için “tesettüre özgürlük” söylemleri ile aslında ikinci sınıflığı, eve kapatılmayı, ezilmeyi ve şiddet görmeyi teşvik eden yeni bir kadın cinsi yaratılmaktadır. Oysa olan biten, emperyalizmin ve neoliberalizmin istediği, milli refleksleri olmayan, özüne yabancılaşmış kadın tipleridir (Resim 1). Kadının ya başı kapatılmakta ya da göbeği açılarak yozlaştırılmaktadır.

Kadının şiddetten ve ayırımcılıktan kurtuluşunun yolu örgütlenerek bu gidişe “dur!” demek ve kadın erkek birlikte bu ahlaksız gidişe karşı birlikte mücadele etmektir. Bu mücadele ile kadının siyasal, iktisadi, toplumsal ve kültürel bütün alanlarda ön saflarda yer almasının önündeki engeller ortadan kalkacaktır.


Bahri Eskin/Şubat- Mart 2015
Önemli Not: Bu yazının hazırlanmasında gerek düşünsel katkıları gerekse de düzeltmeleri ile yardımcı olan sevgili eşim Elif Eskin’e teşekkür ediyorum.


Yararlanılan Kaynaklar:

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, 1. Basım, 2005
Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, I. Cilt, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1989.
Atatürk Din Ve Laiklik, Doç.Dr. Şahin Filiz, Prof. Dr. Nadim Macit, Prof.Dr. Ali Sarıkoyuncu, Cemal Şener, Prof.Dr. Çetin Yetkin, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, Nisan 2008.
Türkçe Tapınma, Zeki Büyüktanır. Can Y.Birinci Basım, Haziran 1999.
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Özcan, “Anadolu Alevi Kültüründe Kadına Bakışın Temelleri”, Bildiri, Ankara Eylül 2007.
Töre, Şiddet ve Kadın, Panel Notları, İstanbul Barosu Yayınları, 2010.
Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği, Muazzez İlmiye Çığ, Kaynak Y.,2. Basım, Temmuz 2006.
Sibel Dulum, ‘Osmanlı Devleti’nde Kadının Statüsü, Eğitimi ve Çalışma Hayatı(1839-1918), Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Ana Bilim Dalı, Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir, 2006.
Burçay Anger, Tarih Boyunca Erkek Gibi Kadınlar, Kaynak Y. I.Basım, 1998, s.12











<< Geri Dön [Okunma: 4368 ]


[ Yukarı çık ]    



© Her hakkı saklıdır.